MUHYİDDİN ARABÎ

MUHYİDDİN ARABÎ

Muhyiddin ArabiMuhyiddin Arabî (1162 - 1239), Endülüslü (İspanya), Arap mutasavvıf. Tasavvuf öğretisinde, bütün varlık türlerinin, Tanrının görünüşü olduğu düşüncesini savunarak, varlık birliği görüşünü geliştirmiştir.

Muhyiddin Arabî’nin Yaşamı ve Felsefesi

Endülüs’ün (İspanya) Murciya ilinde doğdu. Gerçek adı İbnü’l-Arabî Ebu Abdullah b. Muhammed’dir. Doğduğu yerde özel bir öğrenim gördü. Çağının İslam bilginlerinden İbn Beşküvel ve Ebu Muhammed’den tefsir, kelam, fıkıh ve hadis bilgileri edindi. İbn Tufeyl, İbn Cabirol, İbn-i Memun gibi filozofların yapıtlarını okuduktan sonra bütün çalışmalarını tasavvuf konusunda odaklaştırdı. Özellikle Hallac-ı Mansur’un etkisi altında kalarak “Varlık Birliği” görüşünü benimsedi. Yeni-Platonculuk ve Anadolu-Yunan felsefesiyle ilgili kitapları inceleyerek tasavvufla felsefe arasında bağlantı kurmayı amaçladı. Bir süre Konya’da kalarak Sultan Kılıç Arslan’dan yardım gördü, orada tanıştığı Sadreddin Konevi’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken “Risaletü’l-Envar”ı yazdı. Sonra Mısır’a geçti. Orada Fütuhat-ı Mekkiye’de ki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüz yüze gelince gizlice oradan kaçtı. Bağdat ve Halep’te bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617/ 1220’de Şam’a geçerek oraya yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı. Şam’da kendisinin Fütuhat’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus’u kaleme aldı (627/1230). 638 de 22 R. Evvel’de (1239) Şam’da öldü. Mezarı Şam şehri dışında Kasiyun dağı eteğindedir.

Muhyiddin Arabî felsefeye tasavvuf alanlarına çözüm aramakla girer, Tanrı, evren, insan, yaradılış, tin gibi konular üzerinde durur. Başlangıçta felsefeye ilgi duymasına karşın, sonraları ondan büsbütün ayrılarak Tanrı ile evrenin birliği görüşüne bağlanır. Tanrı bütün varlık türlerinin değişmez kaynağı, oluşun başlıca ilkesidir. Önsüz-sonsuzdur, birdir yaratılmamıştır, salt ustur, tindir, ışıktır, istençtir. Tanrı dışında bir varlık bir oluş yoktur, varlık kavramı altında toplanan ne varsa bir görünüştür. Oluş, tanrısal özün yansıması, duyulur alanda görünmesidir. Bu nedenle oluş bir yoktan varoluş değil, gizliden açığa çıkış, görmezken görünür duruma geliştir, bir fışkırmadır (sudür).

Evren bağımsız bir varlık olmadığı gibi yaratılmışta değildir, tanrısal özün bir bütünlük içinde görünüşüdür. Tanrısal tözle tanrısal öz ayrı ayrı birer varlık değil, özdeştir. Bu nedenle her öz bir töz, her töz bir özdür ve Tanrı da birliğe varmış durumdadır. Evrenin varlığı tanrının birliğinden dolayıdır. Evren tanrısal özden çıkmadan önce, her nesne bir gizlilik içindeydi kesin gizlilik ortamındaydı (gayb-i mutlak)

İnsan gizli evren ile görünen evreni birleştiren varlıktır, ancak tanrısal tözden ayrı değildir. Tanrı’nın yüce ve engin bir varlık olarak bulunduğu gizli evrende, bütün nesneleri tanrısal bir düzen içinde örneklendiren adlar saklıdır. Bu bilinmeyen adların, birer nesne biçimi kazanarak, görünüş alanına çıkması sonucu duyulur varlık evreni gerçeklik kazanır. İşte bu bilinmeyen, gizli, tanrısal evrenle görünen, bilinen evreni birleştiren yetkin insandır (berzah). Tanrısal öz, yücelik ve olgunluk bu yetkin insanda (insan-ı kâmil) dile gelir, söz (kelam) niteliği kazanır. Bu nedenle insan konuşan Tanrı, tanrı ise somut bir varlık niteliğine bürünen, konuşan insandır. Bu ayrılık görünüştedir, gerçekte insan Tanrı birdir. Yetkin insana tanrısal bir güçle, dirilik kazandıran onu dönüştüren, devindiren tin ise Tanrı’nın kalemi durumundadır. Yetkin insanın gövdesi Arş ve Kürsi denen iki yüce varlık katıdır, tanrısal evrenle duyulur evren arasındaki bağlantıyı sağlar. Üzerinde bütün varlık türlerinin yazgısı bulunan saklı levha (lev-i mahvuz) bu yetkin insanın gönlüdür. Yetki insanın üstünde bulanan en yüce varlık aşaması (evetna) Tanrı’ya açılan son kapıdır. Buradan yalnız tanrının sevgilisi (habibullah) olan Peygamber Muhammed geçmiştir. Muhyıddin Arabî’ye göre ermişlik (velilik) aşaması, peygamberlik katından daha yücedir. Ancak ermişlik özel, genel ve tanrısal olmak üzere üç türlüdür. Tanrısal ermişlik yalnız Peygamber Muhammed’de bulunmaktadır.

Muhyiddin Arabî’ye göre tanrısal varlık bilinemez, kavranamaz, yalnız düşünülür. Bu varlık alanı görünmeyen saltık bir ortam diye anlaşılmalıdır. Bu alanda bütün nitelikler, nicelikler, eylemler, türlülükler tanrısal Bir’e dönüşür. Burada gereklilik, özdek, nesne, benzeşme, belirleme, gereksinme söz konusu değildir. Bu alan varlığın üç basamağından birincisidir. İkinci basamak, varlığın belirlediği ilk alandır. (taayün_i evvel), bütün ortaya çıkış (zuhur) ve görünüş olaylarının başlangıcı burasıdır. Bu alan görünmeyen yüce Tanrı’ya göre görünen (zahir), ondan sonraki varlıklara göre gizlidir (batın). Üçüncü basamağa ikinci belirleniş (taayun-i sani) denir Burada tek oluş (ahadiye), ilk oluş (vahidiye) gerçekleşir, Muhammed’in gerçekliği, insanlığın ilk örneği olarak belirir. Bunların başlangıcı yoktur

Muhyiddin Arabi’ye göre bu üç aşamalı oluş evrenlerinde değişme, zaman yoktur, bunlar insanın birer kuruntusudur. Zaman bakımından bütün varlıklar özdeştir, ayrılık, türlülük yalnız görünüştedir. Nitekim oluşun değişik aşamalarda gerçekleşmesi de zaman bakımından öncelik-sonralık koşuluna bağlı değildir, özdeş süre içindedir. Daha doğrusu tanrısal tözün görünüş alanına çıkışıyla gerçekleşen oluş için, süre kavramını kullanmak bile gereksizdir. Bu kavram düşünceyi açıklamak, kolay anlaşılır kılmaktan öte bir anlam taşımaz çünkü oluşu belli süre ve aşamalara göre ayırmak tanrısal tözün birliğine aykırıdır. Bundan dolayı oluşun gerçekleştiği eyleme değişmeyen, olduğu gibi kalan süre (an-i daim) demek gerekir. Tinler, ilk örnekler (ilkeler), nesneler bu değişmeyen süre içindedir. Bu değişmeyen süre içinde doğma, başkalaşma, yoktan var olma değil yalnız gizliyken görünür duruma gelme söz konusudur.

Varlık birliği (vahded-i vücut) kuramını sevgi ve sezgi gibi iki ilkeye dayanarak, yeniden yorumlayan, Muhyiddin Arabî’ye göre insanın bütün eylemleri tanrısaldır. Tanrının insana en yakın olduğu süre, sevginin, sevişmeden duyulan tadın en yüksek aşamaya vardığı sıradır. Tasavvuf akımının gelişiminde büyük etkisi olan sevgi ve sezgiye onun verdiği anlam büyük tartışmalara yol açmış, özellikle Kur’an ve Hadis’e bağlı olduğunu ileri süren kurumlarca (Şeriat) ağır ve suçlayıcı eleştirilere uğramıştır. Buna karşın onun etkisi İslam ülkelerinde çok geniş bir alana yayılmış, tasavvuf konularını içeren şiir türünün odak sorunu olmuştur. Mevlana Celaleddin Rumi, Nesimi, Camii ondan etkilenenler arsındadır. Muhyiddin Arabî’nin 500’den fazla eseri olduğu söylenir.

Muhyiddin Arabî’nin Eserleri

El-Fütuhat-ı el-Mekkiyye fi Esrâri’l-Mahkiyye ve’l Mülkiye: (ö.s), 30 cilt, (Ülke ve Yöneticilerin Sırları Konusunda Mekke’nin Sağladığı Başarılar, 1852-1877).

Divan: (ö.s.), (Divan, 1854); Kelamu’l-Abadıla, yazma (Tanrı Kullarının Sözleri).

Muharatu’l-Ebrar ve Muhasamaratu’l Ahyar:

(ö.s.), (İyi Kimselerin Toplantıları ve Doğru Sözlerin Yararlı Bilgileri, 1887).

Fususu’l-Hikem: (ö.s.), (Bilgeliklerin Özleri, 1897).

Tacu’l-Resail ve Minhacu’l-Vesail: (ö.s.), (Risaleler Tacı ve Nedenler Kılavuzu).

Muhyiddin Arabî’nin Şiirleri

-1-

Tek bir Rahman olan Allah için, her durakta surete dair gizli ve aşikâr şeyler vardır.

Eğer bu Hak’tır dersen sözün gerçektir. Eğer başka hükme varırsan, (batından zahire) geçmiş olursun.

Allah’ın hükmü bir durakta bulunup, diğerinde bulunmamak değildir. Fakat O Hak ile halka sefer eder.

Gözlerde parladığı vakit, akıl onu üzerinde sebat ettiği, kendi delili ile reddeder.

Hâlbuki gerçek görüşlü olanlar, Hakk’ı hem manevi tecelliler suretinde, hem de hayal denilen şeyde kabul edenler.

-2-

Bir vakit olur ki, Kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de, iftirasız kulluk ve derecesine iner.

Kul kulluk derecesine inerse, Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.

Kul oluşundan dolayı, nefsinin aynını görür, Dilekleri şüphesiz Hak’tan genişler.

Rab oluşundan dolayı da, Mülk ve Melekût âlemlerindeki bütün mahlûkların, kendisinden bir şey istediklerini görür.

Hâlbuki onların, dilediklerini yerine getirmekten zatıyla acizdir. Bundan dolayı bazı arifler, bu yüzden ağlarlar.

O halde sen Rabb’ın kulu ol, Onun kulunun Rabb’ı olmaya bakma; sonra bu ilgi sebebiyle, ateşe ve erimeye mahkûm olursun...

(*) Mevlana ise bunu şöyle dile getirir: “Demir nasıl ateşe girince ondan farksız olur ve ben ateşim derse, İlahi tecelliye uğrayan kul da, kendi benliğinden geçmiş olduğu halde, “Ben Hakk’ım” der.”

Related Articles

Yasal Uyarılar