KAYGUSUZ ABDAL

KAYGUSUZ ABDAL

KAYGUSUZ ABDALKaygusuz Abdal (1340? – 1444?), Tasavvufi Halk Edebiyatı şairi. Abdal Musa Sultan’ın müridi Alevi-Bektaşi halk edebiyatının kurucusudur.

Kaygusuz Abdal’ın Yaşamı ve Felsefesi

Doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Yine de çeşitli kaynaklar 1340–1444 arasında yaşadığı üstünde birleşmektedir. Asıl adı Alâeddin Gaybi’dir. Alâiye (Alanya) Beyi Hüsameddin Mahmud’un oğludur. Alaiye Sancak beyi Hüsameddin Mahmud, bir bey oğlu olarak sarayında verilebilecek her tür eğitimi verdikten sonra oğlu Gaybi’nin birkaç yılda tekke eğitiminden geçmesi gerektiğine karar verir. Gaybi’yi, 1355-56 yıllarında o bölgede çok saygın bir yer olarak bilinen Abdal Musa tekkesine verir. Gaybi, birkaç yıl tekkede tasavvuf eğitimi aldıktan sonra Abdal Musa Sultan’a intisap ederek Heterodoks inanç (Alevilik) yoluna girmeye hazırlanır. Cem kurulup Meydan açılır; bir ikrar verme töreniyle, Hacı Bektaş Veli’den sonra ikinci pir sayılan Abdal Musa Sultan’ın huzurunda 18-19 yaşlarında tasavvufu hak yoluna (tarikata) kabul edilir. Böylece yola giren Gaybi, ikinci doğuşuyla birlikte Kaygusuz Abdal adını alır.

Bu alanda çalışma yapan yazarların (İsmail Kaygusuz) bildirdiğine göre Abdal Musa, Alaiye Beyi Hüsameddin Muhmud ilişkisi söyle gelişmiştir. “1333’lerde Karaman Beyliğine bağlı Alaiye Sancak Beyi Hüsamaeddin Mahmud, ilk bey seçildiğinde oğlu Gaybi’yle tekkeyi ziyarete geldikleri ve Abdal Musa’ya nezir (hakkullah) getirip hayır duasını aldıklarında Abdal Musa, Aydın ve Teke ilinden İçel’e (Mersin) kadar uzanan birçok beyliği içine alan geniş bir bölgenin inanç önderidir”. Efsaneye, sözlü geleneğe göre ise; Gaybi’nin (Kaygusuz Abdal) 14-15 yaşlarındayken içine Abdal Musa’nın (ona gaybdan göründüğü ya da kerametiyle içine düşürdüğü) aşkının düştüğünü ve günden güne zayıflamaya başladığı anlatılır. Nedenini kendisi de bilmez. Sonra bir gün babasından izin alıp, atlar atına ve dağlara çıkar. Avlanırken attığı okla bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı geyik kaçar, Gaybi arkasından koşar. Geyik Abdal Musa’nın tekkesine girer, arkasından kendisi de tekkeye girer, dervişlerden geyiği sorar. Dervişler görmediklerini söylerler. Çekişme başlar, olaya Abdal Musa, karışır ve koltuğu altından kanlı oku çıkararak Gaybi’ye gösterir. Gaybi okunu tanır ve Abdal Musa’ya bağlanır.

Gaybi’nin Abdal Musa’ya intisabını iyi karşılamayan Alaiye Beyi, oğlunu tekkeden kurtarmak ister ama Gaybi, Abdal Musa’dan ayrılmaz. Alanya Bey’i Teke (Antalya) beyine başvurarak oğlunun kurtarılmasını ister. Abdal Musa’nın gönderilen elçiyi kerametle parçalatmasına (ürkmesi sonucu at üstündeki elçinin dengesi bozulur, ayağının biri üzengide takılı kalır sürüklenerek parçalanır ölür) Teke Beyi, Abdal Musa’nın üzerine asker yollayarak onu yakalatıp ateşte yakmaya karar verir. Abdal Musa müritleriyle sema ederek hazırlanan ateşin üzerine yürür, içine girdikleri ateş söner. Siyah bir canavar şekline giren Teke Beyi’nin ruhu, Abdal Musa’nın bir dervişi tarafından öldürülür. Bütün bu kerametleri yakından görüp anlayan Aliye Beyi de oğlunun Abdal Musa’ya intisabına, (bağlılık) artık engel olmak istemez. Gaybi tekkede kalır ve Kaygusuz Abdal, ismini aldığı söylenir.

EBU MÜSLİM

EBU MÜSLİMEbu Müslim, İslam tarihinin tanığı ve sanığıdır. Emeviler ve Abbasiler döneminin halk kahramanıdır. Sadece tarihin figüranı değil baş aktörüdür. Gerçek bir tarih yaratıcısıdır o. Köle iken ihtilal önderliğine yükselen bir efsane insandır.
 
Ebu Müslim Horasani (719 - 755), Türkmenistanlı (Merv) (Türk, Kürt veya Fars kökenli?) komutan. Emevi Devleti'nin yıkılması Abbasi Devleti'nin kurulmasını sağlamış ve Hilafetin Emevilerden Abbasilere geçmesinde büyük rol oynamıştır. 
 
719’da Horasan bölgesinde, Mevr’de doğdu. Çocukluğu ve gençliği Küfe’de geçti. Horasan bölgesinde Emevi karşıtı bir faaliyet içinde büyüdü. Kendi adına bastırdığı Sikkelerde adı Abdurrahman bin Müslim olarak zikredilir. Ailesi büyük olasılıkla Arap soyundan olmayan başka bir deyişle “mevali” denen bir ailedendi. Muharrem Zeki Korgunal, Şair Ferdi’den alıntı yaptığı (Haza Kitab-ı Eba Müslim) adlı kitabında “ailesinin Ali-Maviye kavgası sırasında Horasan bölgesinde olduğunu, Ebu Müslim’inde Mevr’de doğduğunu, babası Eset’in, Emevi aleyhtarı faaliyetlerinden ötürü, idam edildiğini,  annesi Kelime’nin gözlerine de mil çekildiğini, Ebu Müslim’in bu sırada beş yaşında olduğunu” yazar. 
 
Yedinci yüzyılın ortalarında, Arabistan’da İslam diniyle birlikte bir de yönetim kuran Hz. Muhammed’in baş düşmanı Ebu Süfyan’ın oğlu Maviye çeşitli oyunlarla yönetimi Halife Ali’nin elinden aldıktan sonra duruma egemen olmuştu. Ali evladı hilafet tartışması yüzünden Muaviye’den itibaren Emevilerin büyük baskısına uğramış ve birçoğu taraftarlarıyla birlikte Orta Asya’ya kaçmış, Türkistan ve İran’a yayılmışlardı. Teberistan, Azerbaycan ve Hazar sahillerindeki Ali ve evladı taraftarlarının sayısı artmıştı. Iraklılar Ali-Maviye kavgasında, Ali’nin yanını tutmuş, Suriyelilerle çarpışmışlardı. Çarpışmalar bu bölgede Şia denilen Peygamber ailesi yandaşı bir partinin doğmasını hazırlamıştı. Bu görüşe bağlananlar ile Hicazlılar, Emevilerin can düşmanı kesilmişlerdi. 
 
Emeviler aldıkları ülkelerin, Arap olmayan Müslüman halkına “Mevali” diyorlar ve Araplardan farklı davranıyorlardı. Onlardan Müslüman olmayanlar gibi cizye ve haraç alıyorlardı. Toprak sahiplerinden ölçüm üzerinden alınan haraç vergisi, toprak ekilsin ekilmesin toplanıyordu. Emevilerin Arapçılık siyaseti, Arap olmayan halkı, Emevilere düşman ediyordu. Bu düşmanlık İran, Horasan ve ötesindeki Türk illerine kadar uzanıyordu. Bu sıralarda Emevi hanedanına karşı siyasi faaliyetler giderek hız kazanmaktaydı. 
 
Horasan'ın hilafet merkezine uzak olması ve yönetimin buradaki etkisinin oldukça zayıf olması, muhalefetin gelişip güçlenmesi için verimli bir zemin oluşturmaktaydı. Ayrıca, burada cereyan eden kavimler arası mücadelelerde Emevilerin taraf tutması da kendilerine karşı olan hoşnutsuzluğun artmasına sebep oldu. Abbasiler de burayı siyasi faaliyetlerinin merkezi olarak kullanıyorlardı. Emevi saltanatı her türlü yozluğun merkeziydi. Geniş halk yığınları büyük baskılar altındaydı. Ehlibeyt’e küfür zorunlu kılınmıştı. Her mescitte Ehlibeyte küfürler edilen vaazlar veriliyordu. 
 
Bütün bunlara yıllardır sürdürülen Ehlibeyt düşmanlığının yarattığı öfke de katılınca isyan başladı. Ali’nin, Muhammed Hanefi’den olan torunu Ebu Haşim, Emeviler tarafından zehirlenmeden önce, yandaşlarına Abbas oğullarından Muhammed b. Ali’yi baş tanımalarını vasiyet etmişti. O da 720 yılına doğru Emevilere karşı çalışmalar yapmak üzere her tarafa dailer (propagandacılar) gönderdi. Bunlar, gittikleri yerlerde Emevilerin kötülüklerini anlatıyor, halkı Peygamber’in soyu çevresinde toplanmaya çağırıyorlardı. 

ŞEYH BEDREDDİN

seyhbedrettin2Şeyh Bedreddin (1359 - 1416), Türk tasavvuf bilgini. “Şeyh Bedreddin İsyanı” diye bilinen dini ve siyasi ayaklanmanın lideridir. İslam düşüncesini, yeni bir yoruma dayanarak, toplumculukla uzlaştırmaya çalışmış, mülkiyette ortaklığı savunmuştur.

Şeyh Bedreddin’in Yaşamı ve Felsefesi 

1359’da Edirne yakınlarında, bugün Yunanistan sınırları içinde yer alan Karaağaç-Dimetoka arasında bulunan Simavna (Samona) kalesinde doğdu. Babası İsrail, Simavna Kadısı olduğu için bu adla anılmaktadır. Yazılı kaynaklarda Bedreddin’in soyunun Selçuklulara dayandığı belirtilir. Bedreddin’in dedesi Abdülaziz, son Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubat’ın yeğenidir. Tarihçi Dukas’ın yazdığına göre Bedreddin’in dedesi Abdulaziz,

Osmanlılar Rumeli’yi İstilaya başladıklarında katıldığı Dimetoka savaşında ölmüştür. Abdülaziz’in oğlu İsrail, Dimetoka Rum beyinin kızıyla evlenmiş ve sonraki yıllarda Müslüman olup Melek adını almıştır. Bu evlilikten Bedreddin doğmuştur.

Bedreddin’in çocukluğu Simavna’da geçmiş, İlk bilgileri, kadı olan babasından ve Mevlana Şahidi ve Mevlana Yusuf’tan almıştır. Mevlana Yusuf’un ölümü üzerine önce Bursa’da, sonra Konya’da müderris Mevlana Feyzullah gibi zamanın ünlü bilgelerinden fıkıh, mantık ve astronomi eğitimi görmüştür. Hadis, kelam, tefsir gibi İslam bilimlerinin dışında sarf-nahiv ve belagat eğitimi de almış, ana dilinden başka o günlerin din ve bilim dili olan Rumca ile Arapçayı öğrenmiştir. Mısır’da şöhretli din bilginlerinin yaşadığı bilinirdi. Mevlana Feyzullah’ın ölümü üzerine Mısır’ın Kahire şehrine giderek (1383) Seyyid Şerif Curcani ile birlikte, müderris Mübarekşah Mantiki’nin (öl.1413) mantık, felsefe ve ilahiyat derslerine devam etmiştir. Bu arada Mübarekşah ile birlikte Hacca giderek dört ay kadar, Şeyh Zili ve onun bilginlerinden dersler almıştır. Sonra yeniden Kahire’ye dönerek, ünlü bilgin Seyyid Şerif Curcani, Hekim Hacı Paşa ve Ozan Ahmedi ile birlikte Şeyh Ekmeleddin Babarti’nin medresesinde onun derslerini izlemiştir. Bedrettin, bundan sonra ününü duyduğu tasavvuf bilgini Şeyh Hüseyin Ahlati’yle tanışmış, Bedrettin, hayran kaldığı Ahlatiye bağlanmış, ondan el almıştır.

O yıllarda Çerkes Memlüklerinden Sultan Berkuk Mısır’da hüküm sürmektedir. Berkuk, bilginlere karşı derin sevgi ve saygısı olan bir zattır. Muhtelif zamanlarda bilginleri sarayında toplar onlarla sohbet ederdi. Bir Gece de Hüseyin Ahlati ve Bedrettin’le sabaha kadar süren sohbet gerçekleşmişti. Berkuk iki Türk bilgini mükâfatlandırmak istedi. Hareminden iki genç ve güzel cariyeyi hediye olarak gönderdi. Marya ve Cazibe adlarındaki bu iki cariye, aynı zamanda iki kız kardeşti. Gençlik ve güzelliklerinin yanı sıra bilgili, güzel konuşan, iyi yetişmiş, iki kız kardeşi Hüseyin’le Bedrettin nikâhları altına alıp bacanak oldular. Bederettin’in Cazibe ile olan evliliklerinden bir oğlan çocukları oldu; adını İsmail Paşa koydular. Hüseyin Ahlati ile Bedrettin’nin yakınlaşması Bedrettin’i tasavvufa yöneltti. Sultan Berkuk’un beğenisini kazanan Bedrettin, Berkuk’un oğlu Ferec’e bir süre ders verdi. Hüseyin Ahlatiden aldığı tasavvuf eğitiminin etkisiyle derin uykusundan uyanan Bedrettin, üstündeki ağır ipekli urbaları (elbise) yoksullara dağıttı. Keçi kılından diktirdiği kaba çulları giyip o kıyafetle dolaştı Kahire sokaklarını. O bir fantezinin peşinde değildi. Halk yığınları (Sevad-ı Azam) nasıl yaşıyor, neler çekiyor bunu bizzat nefsinde denemek istiyordu. Davasını yürüteceği topluluğun için de olmak, onarlarla beraber, onlar gibi yaşamak istiyordu. Bu arada yemeden içmeden çekildi günlerini vecit ve istiğrak içinde geçiriyordu. Kendini o derece kaptırdı ki, sonunda bir deri kemik kaldı. Eşi Cazibe ve baldızı Marya ona karşı büyük dikkat gösterdiler, ne var ki bütün gayretlere rağmen, eski sağlığına kavuşamıyordu. Bunun üzerine Hüseyin Ahlati tarafından kendisine uzun bir seyahat tavsiye edildi. Gezi Bağdat, Mardin yoluyla kuzeye doğru yapılacak, Tebriz ve öteki İran merkezleri dolaşıldıktan sonra, Ahlat’a kadar uzayacaktı.

Bacanağı ve mürşidi Hüseyin Ahlati’nin doğduğu kasaba olan Ahlat şehri, Van Gölü’nün batı kıyılarında, büyük ve eski bir medeniyet merkeziydi. Bedrettin, Tebriz’e varınca Timur’un tertiplediği ulamalar toplantısına katıldı (1403). Bu toplantılarda büyük başarı sağlayan Bedrettin, sarayında kalması için Timur’un yaptığı bütün teklifleri reddetti; buradan ayrılarak Tebriz’de Erdebil Tekkesi’nde Şeyh Hace Ali ile görüştü. Erdebil’den sonra Ahlat’a geldi. Bacanağının doğduğu yerde bir süre kaldı. Sonra Bitlis, Diyarbakır, Malatya, Maraş, Halep, Şam yoluyla Kahire’ye döndü (1404).

Bedrettin, bu seyahatinde, insanları mutluluğa götürecek vasıtayı bulmuşa benziyordu. Aslında bir zamanlar var olup sonradan yıkılan ve Timur’dan sonra yeniden kurulan Ankara’daki Ahiler Cumhuriyeti, karşılıklı yardım, güven ve sevgi için yaşıyorlardı. Bunlar, gündüz kazandıklarını akşamüstü bir araya getiriyor, kolektif bir hayat sürüyorlardı. Sofraları herkese açıktı. Ayrıca kazançlarının bir kısmını gerçek fakirlere, çalışamayanlara, hastalara dağıtıyorlardı. Bu kolektivizmin basit, fakat pratik bir sistemiydi. Türkler Rum’a göçmeden önce, Ana yurtlarında buna benzer bir ortaklık içinde yaşıyorlardı. Bey ve Hatun (Kral ve Kraliçe) kendi mallarının sahibi değil bekçisiydi. Aç gördüklerini doyuruyor, çıplakları giyindiriyor, borçluları borcundan kurtarıyordu. Ahilerin kurduğu sistem, bu eski törenin biraz daha geliştirilmiş şekliydi.

Şeyhi ve bacanağı Hüseyin Ahlati bir süre hasta yattıktan sonra öldü (1405). Şeyhi ölünce Bedrettin onun yerine geçti. Altı ay gibi kısa bir süre Şeyhlik yaptı, kendini her konuda yetkin sayıyordu. Artık Mısır’da kalmanın bir tadı, manası kalmamıştı. Kararını verdi, bu birikimlerini hayata geçireceği yer Anadolu’ydu. Şeyh Bedrettin, eşi Cazibe Hatun, oğlu İsmal’i alarak Edirne’ye doğru yola çıktı. Kahire’den ayrılış tarihinin 1407 yılı olduğu tahmin ediliyor. Şeyh Bedrettin ve beraberindekiler, Kudüs, Şam, Halep, Adana yolunu izleyerek Konya’ya geldiler.

Aksaray’da bulunan (o tarihte Aksaray Konya’ya bağlı) Şeyh Hamidüddin (Somuncu Baba) ve Hacı Bayram Veli’yi ziyaret ettikten sonra, kendisiyle görüşmek isteyen Karamanoğlu Beyi ikinci Mehmet’le bir araya geldiler. Karamanoğlu Mehmet Bey, Bedrettin’in Konya’ya gelişini iyi karşılamadı. Ancak onu sarayına davet ederek haddini bildirmekten de geri durmadı. Konya uleması Şeyhi imtihana hazırlanmışlardı. İlk münasebetsiz istek bizzat Mehmet Bey’den geldi. “Seni çok methediyorlar. Diyorlar ki, dünyaya yeni bir düzen getirecekmişsin, öyle mi?” –Bütün gayretlerimiz, çalışmalarımız o yoldadır. “Dünyaya yeni bir düzen getirmek için peygamber, ya da evliya olmak gerek. Hz. Muhammed son peygamber olduğuna göre senin evliya olman gerekir ki, bize bir keramet gösteresin” –Dünya kerametlerle doludur. -Benden ne gibi bir keramet bekliyorsun? “Ululuğunu ispatlayacak bir keramet”. Bu defa soru sırası Bedrettin’e gelmişti sordu: -Ekinler, yemişler nereden ortaya çıkar? Topraktan! Dereler, pınarlar nerden kaynar, gene topraktan. O halde Hak yolunda toprak olanlar, kendileri bizzat keramettir. Bundan gayri benden ne gibi bir keramet istersin? Der. Ulemayı kesin bir yenilgiye uğratır.

Konya’dan ayrılan kafile, Aydın yolunu izleyerek Birgi’ye oradan Tire yolunu tutar. Sakız Adası’nın Hıristiyan hâkimin daveti üzerine Sakız Adası’na geçer ve hâkim Müslüman olarak, Şeyh Bedreddin’in müridi olur, Börklüce Mustafa’yı bu sırada tanımıştır.

Batı Anadolu gezisi sırasında Kütahya’nın Domaniç kasabasının bir köyünde Torlaklardan Hü diye anılan Kemal’le tanışmış, Kemal kendisine katılıp tahta kılıç kuşanmış, Bursa’ya kadar eşlik etmiştir. İki yıl süren gezilerinden sonra 1408’de Edirne’ye ailesinin yanına dönmüş, İçine doğan fikirleri ve ya cevheri yansıtan en önemli eseri Varidat’ı burada yazmıştır. 1409’da eşi Cazibe ölmüş. Eşinin ölümüyle inzivaya çekilen Bedrettin dostlarının ısrarıyla yeniden evlenmiş, bu evlilikten Ahmet ve Mustafa adında iki oğluyla ismini bilmediğimiz bir kızı olmuştur.

Ankara Savaşı (1402) yenilgisi sonrası Yıldırım Bayezid’in oğullarının taht mücadeleleri sırasında Edirne’de hükümdarlığını ilan eden (1411) Musa Çelebi tarafından kazaskerliğe getirilmiştir. Üç yıla yakın bu görevde kalan Şeyh Bedreddin bu sırada Börklüce Mustafa vs. adamlarının önemli görevlere gelmelerini sağlamıştır. (Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isimlerini Mısır’da görüştükleri Kaygusuz Abdal’ın verdiği rivayet edilir). Çelebi Mehmed’in diğer kardeşlerini yenerek saltanatı elde etmesi Musa Çelebi’nin de bu sırada öldürülmesi üzerine Şeyh Bedreddin İznik Kalesi’nde göz hapsine alınmıştır (1413). Asıl ünü de burada artmıştır. Çok sayıda ziyaretçisi olmuş, bunlar arasında üç çocuğunu emanet ettiği Börklüce Mustafa’yla sıkça görüşmüş, düşüncelerini yaymayı Börklüce Mustafa aracılığıyla yapmıştır.

Börklüce Mustafa’nın Karaburun tarafında etkinliği ilerlettiğini haber alır almaz, gizlice İznik’ten kaçarak (1416) İsfendiyaroğullarına sığınmış, sonra Sinop üzerinden Kırım’a Eflak Beyi Mircea’nın yanına gitmiştir. Mircea ile dostlukları kazaskerliği dönemine rastlamaktadır. Börklüce Mustafa, İzmir, Urla, Karaburun’da, Torlak Kemal ise Manisa Saruhan’da Kızılbaşların yoğun bulunduğu yörelerinde etkinliklerini artırmıştır. Şeyh Bedreddin Kırım’da fazla durmadan, müstakil bir hükümet kurmak düşüncesiyle Balkanlardaki Osmanlı topraklarına geçmiş, Silistre, Dobruca ve Deliorman taraflarını kendine üst seçmiştir. (Bu bölgede başta Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Tekkesi olmak üzere çok sayıda tekke ve dergâh bulunmaktadır). Şeyh Bedrettin’in Deliorman bölgesine girişi Rumeli’yi bir uçtan bir uca ayaklandırmıştır. Kazaskerliği sırasında bu bölgeleri dolaşmış, halkın gönlünü fethetmiş bundan dolayı da başına büyük kalabalıklar toplanmıştır. Bunların hepsi Şeyh’in yoluna seve seve can verecek er kişilerdir. Buradan taraftarları çoğaltmak için gizli gizli dervişlerle vilayetlere mektuplar göndermiştir. Mektuplarında: “Halifelerimden Börklüce Mustafa Aydın ilinde, Torlak Kemal’de Manisa’da kıyam eyledi (ayaklandı), bende burada hilafeti üzerime aldım. Bundan sonra padişahlık benimdir. Sancak isteyen, subaşılık isteyen, kısacası her ne isteği olan varsa yanıma gelsin. Ey haklarını kaybetmiş olanlar! Kıyam edin (ayaklanın). Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal halife ve dailerimizdir (çağıran tarikat propagandacısı). Halkı doğru yola davet için göndermişizdir. Göz işaretiyle âlem (dünya) mülkünde zuhur ve hurucu mutemetlerimize helal kıldık. Memleketi irade ve itikat edenlere taksim eylemek, ilim kuvveti ve sırrı tevhidin (birleşme sırrının) hakikati ile taklit ehlinin millet ve tarikat kanunlarını iptal etmek ve boşu boşuna haram sayılan bazı şeyleri meşrib vüs’atiyle (geniş görüşlülükle) helallandırmak muradımızdır.” demiştir. Yaptığı propagandalarla çevresine dervişler, tımarlı sipahiler, medrese öğrencileri, tavcılar (akıncılar) ve devlet ricalinden oluşan önemli yandaş kitlesi toplamıştır. Böylece, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in Anadolu’da yayılmasını taahhüt ettikleri düşüncenin üçüncü dalı Balkanlar’da genişlemeye başlamıştır.

İsyanı Karaburun’da başlatan Börklüce Mustafa’nın yanında yaklaşık beş bin kişi yandaşı vardır (Dukas, altı bin diyor). Börklüce Mustafa’nın üzerine gönderilen İzmir Sancak Beyi Aleksandır’ın öldürülmesi ve ardından gönderilen Saruhan Sancak Beyi Timurtaş Paşazade Ali Bey’in bozguna uğraması üzerine; Çelebi Mehmet Veziri Azam ve Beyler Beyi Beyazıt Paşazade ile oğlu şehzade Murad’ı çok daha büyük bir kuvvetle Börklüce Mustafa’nın üzerine göndermiştir. Börklüce’nin kuvvetlerinin çok büyük bölümü öldürülmüştür. Börklüce Mustafa ve az sayıda sağ kalan müridiyle birlikte tutsak alınıp Aya Suluk’a, (Selçuk) götürülmüştür. Börklüce Mustafa ellerinden tahtaya çivilenmiş halde bir deve üzerinde şehirde teşhir edildikten sonra Selçuk Kalesi’nde katledilmiştir. Manisa Saruhanlı ve çevresinde ayaklanan Torlak Kemal’le yaklaşık üç bin kişi bulunmaktadır. Börklüce isyanın bastırılması sonucunda Torlak Kemal hareketi de Beyazıt Paşa tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır.

Bu arada Çelebi Mehmed’de (Mehmed I) Düzmece Mustafa olayıyla ilgili olarak Rumeli’ye geçmiş bulunmaktadır. Ayaklanma haberini burada alan Sultan Mehmed, Şeyh Bedreddin’in çevresindekileri kolayca dağıtmak için, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in başına gelenler her yana duyurulmuş, Bedrettin’in taraftarı dervişler önceleri buna pek inanmadılarsa da, kendilerine gelen özel haberlerle de, Anadolu’daki ayaklanmaların bastırılmış olduğundan birçokları geldikleri yere geri dönmüştür. Padişah Çelebi Memed, Bedreddin üzerine kendi gitmeyi uygun bulmamış, “Kara Dayı” denilen bir adamla görüştükten sonra Kapıcıbaşısı Elvan Ağa’yı bin beş yüz kadar süvari ile Şeyh Bedreddin’in üzerine göndermiştir. Şeyh Bedreddin bunu haber almış olmalı ki, bulunduğu yerden ayrılarak Serez tarafına geçmiştir. Karanlık basınca, yanındakilerle birlikte küçük bir köyde gecelemek istemiş, bir süre sonra da Elvan Ağa’nın başında bulunduğu süvarilerin ayak sesleri duyulmuş, müritleri karşı durmak istediler se de Şeyh kan dökülmesini uygun bulmadığından, buna engel olmuştur.

Bedreddin ve adamları hep birlikte Serez’e götürülmüştür. Şeyh Bedreddin’i önce tek başına yıkık bir eve kapamışlar, sonra padişah Çelebi Mehmed huzuruna çağırmış, bundan sonra Şeyh bütün görüşlerini uzun uzun anlatmıştır. Fakat Padişah onu ele geçirmiş olmasına rağmen, hâlâ büyük tehlike olarak düşünmüş olacak ki, ünlü bilginlerden (ulema) kurulup bizzat huzurunda toplanacak bir “Divan” da sorguya çekilip yargılanmasını istemiştir. Bu meclisin toplanması sebepsiz değildir. O sayede Bedreddin’in tarikatı herkes önünde çürütülecek, kendisi de küçültülecektir. Çelebi Mehmed Şeyh’in gücünü, yeteneğini bildiği için sonradan doğabilecek olayların ateşini şimdiden söndürmek istemiştir. Üç gün sonra ulema (bilginler) divanı kurulmuş, Meclis erkânı her bir çeşit melamet taşlarıyla Şeyh’i taşlamışlardır. Orada toplananların iki gayesi vardır; biri mecliste hazır bulunan padişahı memnun etmek, diğeri “Varidat” namındaki eseriyle Şeyh’i hırpalamaktır. Mecliste en çok kendisini gösteren molla Fahreddin Acemi ile molla Haydar Herevi hiç birisi Şeyh’i susturamamıştır. Nihayet, molla Haydar Herevi, katlinin cavazına dair (öldürülmesinin uygun bulunduğuna dair) bir fetva vermiş, fetvadan sonra çarşı içinde bir siyaset (ceza) sehpası hazırlanmıştır. 

Asılma olayını Bezmi Nusret Kaygusuz’un yazdığı Şeyh Bedrettin Simaveni (1957), adlı kitaptan aktarıyorum. “Yanı başında bir nalbant dükkânı vardı. O gün gök solgundu. Halk, Bedreddin’in asılacağını öğrenmiş; Serez kasabasını matemler kaplamıştı. Şeyh Bedreddin zindandan çıkarılarak siyasetgaha (sehpa) getirildi. Elbiselerini büsbütün çıkarmışlar; bedenini çırılçıplak ve perişan bırakmışlardı. O ölümü tam bir huzurla bekliyordu. Müritleri biraz uzakta duruyor, fakat gözlerini ondan ayıramıyorlardı. Dervişlerinden Mecnun’u yanına çağırdı. Yıkanmasını ve nereye gömüleceğini kısaca vasiyette bulundu. Sonra müritlerine doğru baktı. Yüzünde ulvi bir tebessüm belirerek, deve yününden dokunmuş ipi cellada uzattı. Bu ip mutlaka tığ-i bend olacak. Tığ-i bend Bektaşiliğe girenlerde bulunur. Vefa ve teslimiyet alameti sayılır. Şeyh Bedreddin’i bu tığ-i bend ile idam ettiler (18 Aralık 1416)”. Ceset bir gün bir gece üryan olarak darağacında asılı kaldıktan sonra, vasiyeti üzerine müritleri oradaki nalbant dükkânını satın aldılar ve yıkadıktan sonra orada toprağa verdiler. Sonra üstüne de türbe yaptılar. Çelebi Mehmed Türbe yapılmasına engel olamadı. Şeyh Bedreddin’in anısına, Rumeli Alevileri arasında büyük saygı gösterilir. Bedreddiniler olarak bilinen bir Alevi topluluğu da bulunmaktadır.” 

Şeyh Bedreddin hareketini anlayabilmek, ancak bu hareketin dayandığı dinsel ve sosyo-ekonomik temelleri görmek suretiyle mümkün olabilir. Şeyh Bedreddin hareketinin heteredoks kitlelere dayandığı açıktır. Bu nedenle önce kısaca Türk-İslam Heteredoks’unun Anadolu’daki oluşumuna ve heteredoks kitlelerin Anadolu’ya göçleri ve göçler sonrası bu kitlelerin merkezi idareye karşı ortaya koyduğu ilk hareket olan Babailer Ayaklanmasına (1240) dikkat etmek gerekmektedir çünkü Şeyh Bedreddin hareketinin, farklı yönleri olmakla birlikte, Babailer isyanı ile bağlantılı olduğu bilinmektedir. X. yy sonlarıyla birlikte sofilik, dinsel yaşamın ve düşüncenin farklı bir yolu haline geldi. XI. yy’da hızla yayıldı. Horasan ve çevresinde bulunan Türkmen grupları da İslamlaşma ile birlikte İslam’ın ılımlı akımının etkisinde kaldılar. Deyim yerindeyse bu soft İslam, yoğun popülaritesinden dolayı İslam Ortodoks yani ulemanın şiddetli tepkisini çekti. Horasan’daki Sufi hareketi Melametilik, Hallac ve Batini yorum olmak üzere üç önemli etkiye maruz kaldı.

Anadolu’da Türk-İslam Heterodoksisinin oluşumunu anlayabilmek için Anadolu’ya göçler konusunda kısaca değinmek gerekir. Anadolu’ya ilk büyük göç dalgası Malazgirt Savaşı (1071) sonrası, ikinci ve daha büyük göç dalgası ise Moğol istilası sırasında gerçekleşmişti. Bu göç hareketinin önünde ise savaşçı-kolonizatör dervişler bulunmaktaydı. Bu dervişler Anadolu’da ve Balkanlardaki iskân ve kolonizasyonun gerçekleşmesinde öncü rol oynadılar. Türkistan, Harzem, Horasan, Suriye ve Irak gibi değişik muhitlerden gerek fetihlerle gerekse fetihlerden sonraki göçlerle Anadolu’ya gelen dervişler değişik dinsel mezhep ve tarikatlara mensuptular. Şüphesiz XI. yy’dan itibaren Anadolu’da yaşanan gelişmelerin sosyo-kültürel ve dinsel çeşitlilik, sosyo-ekonomik ve siyasal istikrarsızlık gibi unsurlarında bu dinsel akımların faaliyetlerini kolaylaştırdığı söylenebilir. Özellikle, köylerde yaşayanlar ve göçebe kitleler heterodoks tasavvuf akımlarına mensup şeyh ve dervişlere ve onların tekke-zaviyelerine büyük ilgi gösteriyorlardı. Bu akımların temsilcileri olan eski Türk şamanlarını (kam baksı) andıran babalar ve dervişler bu kitlelere oldukça uygun gelen eski inançlarla da bağlantılı bir İslam yorumu sunuyorlardı. Bu yorumu yayan babalar ve dervişler Sünni şeyh ve mutasavvıflarca şiddetle eleştiriliyorlardı.

XIII. yy başlarından itibaren Anadolu’nun her yanına yayılmış bulunan ve devletin nüfusundaki şehirlerin ve gelişmiş çevrelerin dışındaki köylerde ve göçebe aşiretler arasında çok uygun bir faaliyet ortamı bulan bu Türkmen babalarının, Yesevilik, Kalenderîlik ve Haydarilik gibi heterodoks tarikatlara mensup bulunduklarını biliyoruz. Senkretist (Bağdaşımcı) düşünceleri yayan bu babalar, propagandalarda bulundukları sosyal açıdan şehir halkına ve düzenine oldukça yabancılaşmış çevrelerde zaman zaman siyasal propagandalar da bulunmaktaydılar. Anadolu’da bunun en ünlü ve etkili olmuş bir örneği olarak, bu heterodoks babalardan Vefai (Ebul Vefa) tarikatına mensup Baba İlyas önderliğinde mehdici bir nitelik taşıyan Babai Ayaklanması (1240) bu babaların ve propagandalarda bulundukları kitlelerinin güçlerini göstermek bakımından oldukça dikkat çekicidir. Ekonomik ve siyasal ortamın elverişli olmasının yanı sıra, kedisine yabancılaşmış bir yönetime (Anadolu Selçuklu Devleti’ne) nefret duygusundan da kaynaklanan bu hareket güçlükle bastırılabilmiş, ancak sonuçta merkezi yönetimin gücü de tükenmiştir. Bu tükenmişlik, 1243’te Moğolların Anadolu’ya saldırmalarına olanak sağlamış ve Anadolu Moğol egemenliğine girmiştir.

Şeyh Bedreddin hareketi de sosyal-dinsel ideolojisi bakımından, benzeri nitelikte bir hareket olmuş ve Babailer ayaklanması ile birçok ortak yanları taşımıştır. Kısa yaşam öyküsünden de anlaşılacağı üzere Şeyh Bedreddin zamanın en büyük din bilginlerinin eğitiminden geçmişti. Aldığı iyi eğitimin doğal sonucu olarak, kendi döneminin en büyük fıkıh bilginlerinden biri olmuştu. Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinde Muhyiddin Arabî’nin etkilerini görebiliriz. Şeyh Bedreddin, Vahdet-i Vücut (varlığın birliği) düşüncesinin yerine vahdet-i mevcut düşüncesini savunmuştu. Doğa ve tanrı ona göre aynı şeydir. Şeyh Bedreddin’e göre insan mazhar-ı kâmildir, yani mutlak varlık, en tam ve en mükemmel tecellisini insanda bulur. Necdet Kurdakul, Şeyh Bedreddin’in Börklüce Mustafa aracılığıyla şu görüşleri yaydığını belirtir:“Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahsetmiştir. Servet, tarım ürünleri cümlenin müşterek hakkıdır. İnsanlar doğuştan, yaratılıştan eşittirler. Birilerinin servet toplamalarıyla, diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç kalmaları ilahi maksada aykırıdır. Yalnız nikâhlı kadınlardan başka dünya da her şey müşterek olmalıdır. Kendi aklının muhiti dairesinde herkes ilahi emirleri kabul eder. Birinin muhiti, itikadı diğerininkine benzememek iddiasıyla üzerinde cebir kullanılması, ilahi emirlere ve maksatlarına aykırıdır çünkü fikir ve vicdan bir ahenk-i tabiat mahsulüdür. Cebrin tesirinden masündür, birdir, kardaştır. Aralarında muhabbet ve uhuvvet şarttır. İhtilat ve muhabbetleri sayesinde hak, batıla galebe eder. Hükümet ise zulüm ve tagallüp mahsulüdür. Onun tecavüzlerini hoş görmek, Tanrı’nın maksadına uygun olmayan emirlerine itaat etmek caiz değildir. İdari heyet, zaman-ı saadet’te olduğu gibi millet tarafından seçilmelidir. Saray, saltanat, muharebe, asker hep zulümdür. Herkes hürriyet-i tamme üzere fikir ve mesleki zatide bulunmalı, komşusunun meslek ve mezhebine hürmet etmelidir.

Şeyh Bedreddin’e göre cennet ve cehennem bu dünyadaki iyi ve kötü hareketlerin ruhlardaki acı ve ya tatlı görünümleridir. İnsanı hakka doğru götüren her şey, melek ve rahmandır ve aksine sürükleyen ve insanın damarlarında dolaşan şehvani güçler ise şeytandır.” Bedreddin, ruh ve maddeyi aynı görmekle diğer mutasavvıflardan ayrılır. Mülkiyette ortaklığı savunmuştur ki, en çok tartışmalı ve üzerinde farklı spekülasyonların yapıldığı yönü budur. Börklüce Mustafa aracılığıyla yayıldığı bildirilen bu görüşler nedeniyle Şeyh Bedreddin, kendinden sonra gelenler üzerinde çağlar boyunca etkili olmuştur. Ölümünden sonra eserlerinin birçoğu gizlenmiş veya kaybolmuştur. Menakıpnameye göre 48, başka kaynaklara göre 38 yapıtı vardır. Bazı yapıtlarının adı bilinmekle beraber günümüze ulaşmamıştır.

Şeyh Bedrettin’in Eserleri

Varidat: Şerefeddin Yaltkaya’nın Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adlı çalışmasının ardından (İstanbul 1924) Şeyh Bedreddin ile Vâridât’ı hakkında çeşitli yayınlar yapılmıştır. Bunların önemli bir kısmı ideolojik etkenlerle kaleme alınmış, gerçekte bir mutasavvıf-âlim olan Şeyh Bedreddin’e “Osmanlı’da ateizmin, panteizmin, anarşizmin, komünizmin ve materyalizmin öncüsü” gibi haksız yakıştırmalarda bulunulmuştur. Vâridât Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım (nşr. M. Serhan Tayşi, İstanbul 2010), Mustafa Rahmi Balaban (İstanbul 1947), Bezmi Nusret Kaygusuz (İzmir 1957), Hilmi Ziya Ülken ([İslam Düşüncesi, İstanbul 1966] içinde), Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul 1966), Cemil Yener (İstanbul 1970), Vecihi Timuroğlu (Ankara 1979), İ. Zeki Eyüboğlu (İstanbul 1980) ve Cengiz Ketene (Ankara 1990) tarafından Türkçe’ye, Bilal Dindar tarafından Fransızca’ya (bk. bibl.) çevrilmiştir.

Et-Teshîl Şerhu Letâifi’l-İşârât: Şeyh Bedreddîn’in İslam'ın şahsi ve içtimai hayata dair amelî hükümlerini vb. hususları inceleyen bir ilim dalı yani fıkıh / İslam hukuku alanındaki bu çalışması kendisinin “Letâifu’l-İşârât FîBeyâni’l-Mesâili’l-Hilâfiyyât” adlı eserinin şerhidir. Mukayeseli hukuk alanında yazılmış olan Et-Teshil, Hanefî mezhebi dışındaki diğer üç mezhebin görüşlerine de yer vermektedir. Bedreddîn bu kitapta özellikle Hanefî ekolünün kurucu imamlarının kimi görüşlerinin tutarsız olduğunu ileri sürerek eleştirmiş ve kimi konularda kendine has tercihlerde bulunmuştur.

Şeyh Bedreddin Adına Söylenen Şiirler

Aşağıdaki iki şiir (Nazım Hikmet ve Dedemlu tarafından söylenmiş) Şeyh Bedreddi’nin Serez’de idamıyla ilgilidir.

 

Yağmur çiseliyor,
korkarak yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkanının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor,
gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor,
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü.
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü
Yağmur çiseliyor. (Nazım Hikemet Ran)

***
Erenlerin evliyanın yoluna
Derviş oldum erdim kudret sırrına
Hüseyin'den aldılar senin yerine
Güzelsin Serez'in şahı güzelsin
Güzelsin pirimin nuru güzelsin

Cisminden alınan yerin nuru var
Gelen dervişlerde kudret sırrı var
On İki İmam gerçek erin aslı var
Güzelsin Serez'in şahı güzelsin
Güzelsin pirimin nuru güzelsin

Şahlar içinde Serez'in şahısın
İsmin Şah Bedreddin ilim varısın
Müminler kabesi dostun nurusun
Güzelsin Serez'in şahı güzelsin
Güzelsin pirimin nuru güzelsin

Şahlarımız var İmamlar ağası
Müşkilin ehli mollanın illazı
Şefaatçımızdır velayet şahı
Güzelsin Serez'in şahı güzelsin
Güzelsin pirimin nuru güzelsin

Çığrışa çığrışa aştık balkanı
Akıncıda gördük Serez halkını
Yedincide yüzler sürdük sultanı
Güzelsin Serez'in şahı güzelsin
Güzelsin pirimin nuru güzelsin

İndim seyreyledim dostum durağı
Sekiz melek tutar arşın direği
Pirimin hesapsız yanar çırağı
Güzelsin Serez'in şahı güzelsin
Güzelsin pirimin nuru güzelsin

Dedemoğlu uyarır çırağ yakar
Kara nine eşiğine yüz sürer
Derviş Cemal Baba'm murada erer
Güzelsin Serez'in şahı güzelsin
Güzelsin pirimin nuru güzelsin
İllaz, illez, âlim, bilgin, üstat, şerefli anlamındadır. Kara Nine, Cemal Baba: Bunlar Serez Tekkesinin ileri gelenlerinden olmalı. Bektaşi Gülleri, Bektaşî-Alevî Şiirleri Antolojisi, Cahit Öztelli, Özgür Yayınları: 13, Üçüncü Basım - Kasım 1997, s.97-98-99 ve 125-126.

 

 

Yasal Uyarılar