Giriş

Hz. Muhammed’in vefatından (632) sonra İslâm toplumu ve devletini yöneteceklerin (imam ya da halifenin) belirlenmesi esnasında Hz. Peygamber’in vasiyetine uyulmadı (Hz. Ali taraftarının iddiası). Bunun sonucu olarak sahabenin yaşadığı ihtilaf, Müslümanlar arasında Şia ve muhaliflerinin ayrışmasının zeminini hazırlamış oldu. Şia’nın siyasi ve mezhepsel bir boyut kazanması, İmam Hüseyin’in, I. Yezid tarafından Kerbela’da şehit edilmesine (680) koşut olarak gelişti. Bu duruma karşı

tepki gösteren Hz. Ali’nin neslinden gelenler, Ehl-i Beyt ve taraftarları, iktidarı zorla ele geçirmiş Emeviler tarafından sürekli zulme uğratıldı. Gördükleri zulüm Hz. Ali taraftarlarını İslam coğrafyasında diğer ezilen halklarla birleştirdi ve devlet (hilafet) kurumunun dışında muhalif kalmaya itti. 

Bu olumsuz gelişmeler Şia’nın Gulat-ı Şii ve Şiileşme, yani mezhepleşme sürecine girmesini yarattı. Mezhepleşme sürecinin Halife Osman’ın ölümünde etkisi olduğu iddia edilen 
Abdullah ibn Sebe tarafından başlatıldığını söyleyenler olduğu gibi, Emevi Devleti halifesi I. Yezid’in ölümünden sonra İmam Hüseyin’in öcünü almak isteyen gruplar Tövbekârlar (Tevvabuniler 684) ve Keysaniler (Muhtar Es-Safaki 685) tarafından başlatıldığını söyleyenlerde az değildi. Hz. Ali taraftarlarına yapılan zulümlerin hat safhaya varması ve gösterilen tepkiler üzerine, İmam Zeynel-Abidin’in Emevi Halifesi Abdülmelik tarafından zehirletilmesi (713), oğlu Muhammed Bakır’ın Emevi Halifesi Hişam tarafından zehirletilmesi (733), Zeynelabidinin oğlu Zeydiye mezhebinin öncüsü Zeyd b. Ali’in Kufe’de ayaklanma sonucu idamı (740) Emevilerin sonunu hazırladı. Ebu Müslim ve Hz. Ali taraftarlarının desteğiyle yapılan ihtilalle Emeviler yıkıldı (750). Hilafet makamına geçen, Abbasilerin Şiilerin veziri İbni Seleme ve ihtilalin önderi Ebu Müslim’i tasfiye edip Sünni İslâm’ı savunmaları Halife Ömer’le başlayıp Emeviler ve Abbasiler döneminde de devam eden, Mevali, Köle ve İran’ın yerleşik halklarına yapılan zulümleri sonucu İran’da Babek isyanı (816-822), Basra’da Ali b. Muhammed önderliğinde Zenc İsyanı (869-883) gerçekleşti. 932’den 1055’e kadar Büveyhîlerin egemenliği altında çökme noktasına gelen Abbasi Hilafetini, Alevi Büveyhilerin hâkimiyetine son veren, Abbasilerin vurucu kılıcı olmayı kabul etmiş (1055) olan Tuğrul hükümdarlığında Sünni Türkler (Büyük Selçuklu Devleti) kurtardı. 

Abbasilerin savunduğu Sünni İslam inancına alternatif olarak On İki İmamların altıncısı olan İmam Cafer (öl. 765) tarafından geliştirilen Şii teoloji, ortaya çıktı. Ardından İmamet konusunda İmam Cafer Abbasi halifesi Ebü Cafer el-Mansür tarafından zehirletilerek öldürülmesinden sonra oğulları İsmail’i İmam kabul edenlerle, Musâ-i Kâzım’ı İmam kabul edenler arasında çıkan ihtilaf Şiilerde bölünmeye yol açtı. Musâ-i Kâzım’ı izleyen taraftarlarına On İki İmamcılar (isna-aşeri), İsmail’i izleyen taraftarlarına İsmaililer (Bâtıniyye) adı verildi. İlerleyen süreçte kendini Hz. Fatıma ve Hz. Ali soyundan geldiğini, “İsmaili” imametin kendisiyle devam edeceğini savunan Ubeydullah el-Mehdi ile İsmail’in oğlu Muhammed b. İsmail’in yedinci ve son imam olduğunu savunan Hamdan Karmat arasında kopma yaşandı (891). Hamdan Karmat Karmatiler, Ubeydullah el-Mehdi ise, Fatımiler adını alarak iki ayrı kolda faaliyetlerini sürdürdü. 

Karmatiler, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye bağlı kalmakla birlikte İslam’ın şerri hükümlerine direnen, onu ortadan kaldırmaya çalışan, şeriatı iptal ederek yerine “adalet, eşitlik-özgürlük” temelinde bir toplum kurmayı amaçlayan İsmaili yolun en devrimci ve eylemci kolları olarak her türlü baskı ve zorluklara rağmen İslâm coğrafyasında yerlerini aldı. Bahreyn ve Ahsa şehirlerini başkent olarak kullanan Karmatilerin 890 yılında kurdukları devletleri 1078 yılına dek varlıklarını sürdürdü. 9. yüzyılın son on yıllarına gelindiğinde Fatımi İsmaili dailer Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir alanda başarıyla faaliyet yürütüyordu. İsmaili-Fatımi, davetin ilk başarısı 297/909’da İsmaili-Fatımi devletinin Tunus’ta kurulmasıyla taçlandı. Karmati ve Fatımilerin devrimci faaliyetleri Sünni İslam’ın sözcüsü Abbasi hilafetinin otoritesine Şii-Bâtıni bir meydan okumaydı. Her iki devlet (Karmatiler ve Fatımiler) İslam topraklarının çok büyük bölümünü egemenlikleri altına almışlardı. İlerleyen süreçte Fatımi Devleti’nde Halife-imam Müstansır-Billah’ın çocukları Mustali ve Nizar arasında yaşanan İmamet krizi sonucunda İsmaililikte yeni bir evre başladı. Küçük kardeş halife naibi olarak gösterilince Nizar başkaldırdı ve İsmaili-Fatımi hareket ikiye bölündü. O sırada Mısır’da bulunan Hasan Sabbah muhalefette, Nizar tarafında kaldı. Kahire’de Fatımilerden ayrılan (1081) Hasan Sabbah İran’da İsmaili Dai olarak yaptığı çalışmalar neticesinde Hazar bölgesinde Alamut Kalesi’ni ele geçirerek Nizari İsmaili Devleti’ni (1090) kurdu. Selçuklular ve Abbasilere karşı İran’da uzun yıllar mücadele eden Nizari İsmaililer kalelerinde yaptıkları “Dar ül-Hicra” Göçmenler Evleri ile bölge halklarıyla kardeşlik bağlarını geliştirdiler, ortak üretip ortak yediler. Tâaki 1256’da Moğollar tarafından yıkılana kadar. 

Sonuç olarak yukarıda anlatıldığı gibi çok çalkantılı ve kanlı bir süreçten geçen, çok geniş bir coğrafyada var olan Emeviler ve Abbasilerin temsil ettiği Sünni (Ortodoks) İslam’la, Şia, Gulat-ı Şii ve İsmaili-Bâtınilerin temsil ettiği Alevi (Heteredoks) İslâm, gelişen olaylara bağlı olarak günümüze kadar iki büyük kol olarak varlığını sürdürdü. Taraftarlarınca farklı yorumlanan bu ayrılığın toplumsal ve siyasal nedenleri, o günün tarihsel gerçekliği, elde edilen veriler ışığında değerlendirildi. Tarih boyunca genel anlamda Heterodoks İslâm olarak tanımlanan Şia, Gulat-ı Şii ve İsmaili-Bâtıni-Aleviliğin farklı fırkalarına ilişkin 
yapılan yanlış, yalan ve iftira dolu hayali bilgileri günümüze kadar devam ettiren zihniyetin, Sünni İslam’ı savunan bağnazların görüşleri, bu çalışmayla okurların takdirine sunuldu. 

Related Articles

Yasal Uyarılar